YILMAZ ERDOĞAN’IN SEN HİÇ ATEŞ BÖCEĞİ GÖRDÜN MÜ? (1999) ADLI ESERİNDEKİ KADIN FİGÜRÜN TOPLUMSAL CİNSİYET BAĞLAMINDA İNCELENMESİ
Silva DUMAN
Yüzyıllar boyu insanlık için bilimin, yaratıcılığın ve bilginin ışığının köklerinin nereye dayandığı merak konusu olmuştur. Kimilerine göre ateşi çalıp insanlığa hediye eden Prometheus bilginin mimarı olurken, kimileri için ise bu arayış Havva’nın yasak olan bilgi ağacının elmasını yemesine dayanır. Asıl olan, varoluş ile birlikte insanlığın merak duygusu ve bilginin peşinden tutkuyla koşmasıdır.
Ataerkil düzende kadınların hayatını ve varoluş mücadelesini sadece evin duvarları ile sınırlayan bu zihniyet, Virginia Woolf’un söylemiyle “evdeki meleği” yaratır. Bu düzende kadın doğurganlığı ve edilgen kimliğiyle toplumda var olan, evin ve anneliğin sorumluluklarını yerine getiren, anlayışlı ve sessiz bir kimliğe hapsedilmiştir. Kadını ötekileştiren ve edilgenliğe sürükleyen bu düzende, Simone De Beauvoir’ın deyimiyle “ikinci cins” olmaktan başka bir varlık etkisi gösteremez.
Yılmaz Erdoğan’ın kaleme aldığı “Sen Hiç Ateş böceği Gördün Mü?” eseri kadının hapsedildiği bu acı döngünün öyküsünü anlatır. Hayatı sorgulayan ve varlık değerini yansıtmaya çalışan bir kadının, toplumsal cinsiyet baskısına maruz kalarak, güç odaklı bir sistemde bireylerin nasıl yitirildiğinin hikayesini de yüreklere işler.
Ateş böceği imgesi, bilgiyi ve bilgiyi üretmenin verdiği hazzı anımsatır. Küçük bir çocukken ateş böceklerini gördüğünü savunan Gülseren Biröz’ün hikayesi de bilginin ışığını yansıtmanın ve özellikle toplumun kadına bakış açısındaki sıkıntılarını yansıtır. Eser, geleneksel ve toplumsal rol beklentisi dışında davranış sergileyen her bireyin de bu baskıcı düzende reddedilişini aktarır.
Eski bir fotoğraf albümüyle başlayan hikayede, Gülseren’in üç basamaklı sayıları zihninden çarpabildiğini fark eden ve bir yetenek programına çıkmasını destekleyen genç muhabirin perspektifinden yansıyan yaşam öyküsü, Gülseren’in doğduğu konak ile netleşir. Geçmişi saraya dayanan bir aile aristokrasisinin cumhuriyete geçişle birlikte tüm sancılarına da ev sahipliği yapar bir bakıma. Saray hayatından, oligarşiden, monarşiyi aslında teğet geçerek ulaşılan cumhuriyetin nasıl da zamana ve kültüre ihtiyacı olduğunu algılarız tüm gerçekliğiyle. Cumhuriyete uzanan sancılı süreçte, demokrasinin demlenmesi ve bekleyiş kültürüyle harmanlanmış sıkıntıları Gülseren’le hisseden okur, konak hayatı ve zorluklarını da teneffüs eder. Dayı ve amca arasında yaşanan siyasi görüş ayrılıklarının neden olduğu çeşitli sorunlar ve halası İzzet’in görücü usulü Antep’e evlendirilmek üzere gönderilmesi Gülseren’in hayat yolculuğundaki önemli anları oluşturur.
Aristokrasiden cumhuriyete uzanan sancılı süreçte, ülkenin sürüklendiği politik çıkmaz Gülseren’in duygusal açmazlarıyla özdeşleşir ve ailesinin iki kanadında yaşanan bu sert görüş farklılıkları, heba edilen gençliklerini de portreler. Gülseren, kardeş kavgasının ne denli yıkıcı sonuçları olduğunu ve parçalanmışlığı tüm hüznüyle aktarırken, ailesine ait konağın duvarına yanlış yönlendirilerek yazdığı yasadışı yazılar nedeniyle bir çatışmada yaşamını yitiren Veli karakteri ile o dönemki toplumun bilinçsizlik ve bilgisizlikle imtihanını veremediği de resmetmektedir.
Gülseren’in doğuştan üstün zekalı oluşu ve sivri dili ile vücut bulan sıra dışılığı, toplum gözünde her bakımdan başarısız kılar hayatını… Annesi Nurhan Hanım ‘evdeki meleği’ yansıttığı Gülseren’i kalıplara sokmaya çalışan toplumsal algının çabasının da altını çizer. Toplum normlarına uymayan davranışları nedeniyle, ‘delilik’ sıfatıyla yaftalanır Gülseren. Nüktedan esprileri ve sıra dışı mizacıyla farklılığını ortaya koyar, fakat farklılıkları kucaklayan bir yanı yoktur ataerkil düzenin. Sistem, Nurhan Hanım gibi itaatkar, suskun ve evcimen kadınları yüceltir. Gülseren gibi varlık bilincini hissettiren ve ‘bir insanın iç acılarını’ sorgulayan bir bireyi ötekileştiren sistemde Gülseren figürü kabul edilmez ve dahi okuldan, toplumdan, yaşamdan ayrıştırılır hem zihni hem de sorgulayan varlığı.
Geceleyin ateşböceklerini gördüğünü savunan Gülseren bu sevincini paylaşacak tek kişi babası olduğu için yalnız değildir. Onu hem kadın olarak bir bütün hem de farklılıklarıyla kabul edebilen bir sistemin özlemini yaşamaktadır.
Ailede annesinin varlığında vücut bulan baskıcı ve cinsiyetçi toplum yargısı maalesef eğitim kurumunda anlayışsız ve otoriter öğretmenler ile devam eder, sonra da bir kadının varlık bilincini hazmedemeyen dayakçı kocası ile tamamlanır. Gülseren doğruları söylediği için okuldan atılır. Şiddet gördüğü için evliliğini sonlandırır ve toplum beklentilerini gerçekleştiremediği için annesi tarafından dışlanır. Gülseren’den beklenen sadece susması ve itaat etmesidir, aksini uygulayan kadının var olma şansı maalesef bu erkek egemen düzende hoş karşılanmaz. Gülseren, kadın doğulmadığının, toplumda kadına dönüştürülmenin, kadın kimliğine evrilmenin portresini yansıtarak, sistemin adaletsizliğini de eleştirir.
Gülseren sorguladığı ve farklı olduğu için cezalandırılan tek kişi değildir bu sistemde. Monarşiden cumhuriyet rejime geçişin tüm sancıları, aksak kalan kültürel ve ekonomik kalkınma, farklı görüşlerle kolayca savrulan bireylerle kendini gösterir. Baskıcı ve gelişime izin vermeyen otoriter tutumların demokrasinin asıl etmeni olan bilinçli bireyi oluşturmadaki aksaklığı toplumu zıt kutuplarla yansıtır.
Karl Marx’ın tüm kitaplarını hatmeden solcu Hazım amcası ve ne gariptir ki devletine ve dinine sonuna kadar bağlı sağcı dayısı da birey olmanın bedelini ağır bir şekilde yitik hayatlarıyla öderler. Nurhan Hanım’ın tüm ekonomik sıkıntılara rağmen bu konakta ölmek istemesi, maddeci tutumunun sonunu hazırlar ailenin… Toplumun değer yargılarına uyarak memuriyetten istifa eden Azmi Bey, iğde ticaretiyle başarısız olmayı, hayallerine ulaşamamayı yediremez gururuna ve göçüp gider uyum sağlayamadığı bu materyalist dünyadan.
Azmi Bey’in başarısızlığı yalnızca sevgi dolu bir baba olarak kızına iyi bir gelecek sunamaması olmaz aslında, baba figürü olarak toplumun en küçük birimi olan ailede erkek egemen tutumunun nelere mal olacağını da ustalıkla anlatır. Meslek ve kimlik kazandırılmayan Gülseren de tıpkı babası gibi yenik ve kayıp gidecektir bu hayattan…
Erkeğin Yittiği Yer’de* ataerkil düzenin aksadığı ve erkin adalet anlayışının hakim olduğu düzende, bireylerin nasıl art arda heba olduğu acı gerçeğini de düşündürür ‘ateşböceği’ imgesi okurlara. Maddi değerlerden manevi değerlere geçişin başarılamadığı ve üretmeye, bilgiye gereken değerin verilmediği düzende, erkin aksadığı yerde, yalnızca kadın değil erkek de yok olmaktadır.
Yılmaz Erdoğan’ın nüktedan bir şekilde gülemeyen patron karakteri ile bize yalnızca hikayeyi aktarmaz, toplumun tepe noktalarındaki insanların nasıl da aklın yansıması olan kahkaha ve gülme eyleminden yoksun olduklarını da alegorik biçimde anlatır.
Andaç Haznedaroğlu’nun beyazperdeye aktardığı Gülseren Biröz karakteri geç kalmıştır, üretmeye, yazmaya, çalışmaya, farklı olan kimliğini yansıtmaya ama bu geç kalış aslında kimin sorumluluğundadır; asıl olan belki de artık üretmeye ve bilgiye daha fazla kayıtsız kalmamak ve bu çağa geç kalmadan eşitlikçi, barışçıl ve adil bir düzen için ateş böceklerinin ışığına ve bilgiye dönmektir. Gerçek ışık bilginin, üretmenin, paylaşımın temel olduğu toplumsal cinsiyet eşitliği düzeninde parlayacaktır. Prometheus olmak, her üreten bireyin temel görevidir.
Sahi, siz içinizdeki ateşböceğini gördünüz mü?
*Zeynep Ergun, 2020, İstanbul-alıntı